Translate

5 Haziran 2012 Salı

SHAKESPEARE

İnsanlar göründükleri gibi olmalıdır.
Eğer değillerse hiç görünmesinler daha iyi.
Ne kadar da fakirdir sabrı olmayanlar.
Anladığım sözlerindeki öfkedir, sözlerin değil.

[Othello - William Shakespeare]

NAZIM-PİRAYE AŞKI..

'Nâzım'ın kalbinin kızıl saçlı bacısı' Aşkı ayakta tutan sır, vuslatsızlık mıdır? Ferhat, Şirin'ine kavuşamadığı için mi aşkları destan olmuştur? Romeo, Jülyet'le evlenip çoluk çocuğa karışsa, ilişkileri yine asırlarca dilden dile gezer miydi? Yoksa Enis Batur'un dediği gibi "Aşkın sigortası mesafeler" midir? Bu görüşte olanlar için en iyi kanıt, Nâzım - Piraye aşkıdır.

"Yüzyılın Aşkları" belgeseli bu akşam, "kavuşunca dağılan" ama şiirlerde hâlâ yaşayan bu ilişkinin öyküsünü getiriyor ekrana... Nâzım, "kalbinin kızıl saçlı bacısı"yla 1930 yılında tanıştı. 1950'ye kadar 10 yıldan az birlikte olabildiler. Kalanını hapiste geçirdi Nâzım... Hapislik yıllarında, bu topraklarda hemen her aşka düşenin birbirine yazıp yolladığı güzelim şiirler ve mektuplar yazdı; tablolar, sandıklar, kutular, kolyeler yaptı karısı için...


24 yaşındaki Piraye ise bir yanda ilk evliliğinden olan iki çocuğuna bakıyor, bir yandan hapisteki eşine kitap, elbise, moral taşıyordu. 40 yumurta Şairin hayatında Piraye'nin yerini anlamak için onun A. Kadir'e söylediklerine kulak vermek yeter: "Çekmediği kalmadı benim yüzümden kadıncağızın... Ama ne sağlam kadındır bir bilsen... Hapiste 40 kişiysek bana bir yumurta yedirebilmek için etraftan bulup buluşturur 40 yumurta getirir hapishaneye. Çünkü bilir onlardan ayrı yiyemeyeceğimi... Tembelleştim mi, 'Hadi bakalım yeter bu kadar tembellik' der, kapatır beni odaya... Böyle yazdım Şeyh Bedrettin Destanı'nı..."


Piraye'nin oğlu Memet Fuat, hayatının son döneminde yazdığı "Nâzım Hikmet" biyografisinde o zor yılları birbirinden ilginç ayrıntılarla anlatır. (Adam, 2000). Nâzım'ın, dayısı Ali Fuat Cebesoy'un çabalarıyla Bursa hapishanesine nakledildiğini, burada daha rahat çalışma imkânı verildiğini, arada iki saatliğine banyo iznine çıkıp Çekirge'de bir otel odasında Piraye ile hasret giderebildiğini anlatır. Lakin utangaçtır Piraye... Yalnız başına oraya gelip kocası da olsa iki saatliğine bir adamla otele kapanmaya çekinir. Hele bir gardiyanın "Gelin bizim evde buluşun" davetine Nâzım'ın sıcak bakmasıyla deliye döner: "Komünistler için neler dediklerini biliyorsun. Bunu nasıl kabul ederiz" diye çıkışır kocasına...


O buluşmalarda çekilmiş fotoğraflar, o fotoğraflara bakılarak yapılmış tablolar, o buluşmaların ardından yazılmış hasret dolu mektuplar ve aşk yüklü şiirler bugün Piraye'nin (müzeleştirilmek için destek beklenen) evinde saklanıyor. Neler hissetmişti? Memet Fuat mektupların çoğunu sağlığında yayımladı. Nâzım'ın mektupları iki cilt tutmuştu. Ancak Piraye'nin cevap mektupları yayımlanmadı. O, bu ilişkiyi nasıl yaşamıştı? Neden eşinin istediği gibi, peşinden gidip hapishane çevresinde bir eve yerleşmemişti? Nâzım bir gün başka bir sevdaya düşüp çekip gidiverdiğinde neler hissetmişti? Memet Fuat'ın oğlu Kenan Bengü ve eşi Yeşim sayesinde, bir dosya içinde gün ışığına çıkacağı günü bekleyen o sevda mektuplarına ve ikilinin özel albümünden fotoğraflara ulaştık. "Görülmüştür" diye damgalanacağı için mahcubiyetle yazılmış o mektuplarda, en güzel aşk şiirlerine ilham olmuş bir kadının sevdası ve çilesi okunuyordu. Adı, Nâzım'ın saatinin kayışında yazan kadın: PİRAYE İşte o saat...! Ankara cezaevinde kol saatinin içini boşaltmış ve oraya karısıyla çocuklarının bir fotoğrafını koymuştu Nâzım... "Artık her zaman gözümün önündeler" diyordu. Saatin kayışına ise tırnağıyla Piraye yazmıştı. Yıllardır Piraye'nin evinde saklanan o saat, Nâzım'ın çok bilinen bir şiirine konu oldu:


"Senin adını/ kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtlı katıa verilmez),
ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek/ bana yasak..."
Suskun kadınlar
"uykularım bölünüyor artık şu konağı bekliyorum
söyle ey muhabbet kuşunun tüyü söyle ölüm ne zaman."


Ne zaman okusam bu şiiri, gözümün önüne ahşap bir konak penceresinde kurşuni saçlarıyla eceli bekleyen mahzun bir kadın yüzü gelir. Yalnızlığına hatıralarını katık edip gönlünü doyuran bir yitik çehre...
Bir sükût abidesi...
Piraye'nin evine gittim geçenlerde...
Yeniler belki adını bilmez; oysa bir nakarat gibi çınlar onun ismi bizim kuşağın zihninde:


Hatice Zekiye Pirayende...
Nâzım'ın karısı... "kalbimizin kızıl saçlı bacısı..."
Sonu hüsranla bitmiş 10 yıllık bir ilişkinin kadın kahramanı...
Torunu Kenan, cömertçe açtı iki katlı, kâgir evinin kapılarını...
Gelini Yeşim, gururla gösterdi, bu şairane aşkın fotoğraflarını... Nâzım'ın güzelim tabloları duvarlardaydı; efsanevi mektupları dosyalarda... Ansızın terk edilmişliğine, iki çocukla bir başına konuvermişliğine, arkadan hançerlenmişliğine rağmen yırtıp atmamış, zarflarında saklamıştı mektuplarını Piraye... Hasreti depreştikçe, öfkesi bilendikçe sil baştan okumuş muydu; okudukça hepsini ateşe atmayı kurmuş muydu; bilmem; ama kıyamamıştı işte... Ne oğluyla, ne torunuyla konuşmuştu bu konuda...


Kederini içine gömmüş ve mütemadiyen susmuştu. Evi gezerken, merakla izini sürdüğüm bütün suskun kadınları düşündüm: Piraye'yi, Fikriye'yi, Latife Hanım'ı, Berin Hanım'ı... Sözün sükûttan çok prim yaptığı gürültülü bir dünyanın sessiz tanıklarını... Bir ateş çemberinden geçer gibi geçmişlerdi ateşli sevdaların pençesinden...


Sevmiş, sevilmiş, yaralanıp örselenmiş, sonra da "ne bir ses, ne de haber" gelmeyince, "bir deli hasretle öylece kalakalmışlardı". Kiminin yaşadığı kadere yorulmuştu, kimi nihayetsiz kederden yorulmuştu. Kimi fedakârlıklarının muhasebesine dalmıştı, kimi pişmanlıklarının... Herkesin bahsettiği adamı canıyla, etiyle tanıyıp ona dair bir cümle dahi söyleyememek, onun hatırasına hürmeten başka birine gönül verememek ve bu münzeviliği bir mağrur kilit gibi evinin kapısına mühürlemek, kim bilir ne çok hırpalamıştı onları... İçlerine attıklarından içleri kabarmış, ama hiç taşırmamışlardı. Ne bir sitem kırıntısı vardı susuşlarında, ne bir intikam belirtisi... Ruhlarında ince sızılar saklamış, nice yokluklara katlanmış, yine de parlak "ifşaat" tekliflerine kulak asmamış, ser verip sır vermemişlerdi. Çoğu, süpürge edilmiş saçlar, uzun manidar susuşlar ve arada bir kayboluşlarla tüketti inziva nöbetini... Bir hayat bilgisi dersi gibi, bir yabancı lisan gibi bükerek boyunlarını, günün birinde sükûtlarında sakladıkları tüm sırları toplayıp gidiverdiler. Bıraktıkları yegâne miras, satırlara işlemiş bir acı tortusu oldu.


"Bir erkek bu kadar suskun bekleyebilir miydi? Bir ömrü bunca sırla tüketebilir miydi" diye düşünürüm bazen... İhtimal dahi vermem.


O yüzden saygıyla anarım, ne zaman adları geçse...


Ve o Turgut Uyar şiirini yakıştırırım onların, eski bir konakta sessizce eceli bekleyişine... "ne zaman gülüm solar, ne zaman deniz, ne zaman akşam aldım anlayamadım, öldüm anlayamadım, almadığım akşam artık başucum dinlendirir bir şamdanın süsünü söyle ey Göksu akşamı, hafız burhan, ölüm ne zaman."

RENKLERİN DANSI..

KAVANOZDAKİ TAŞLAR

Zamanın iyi ve üretken olarak kullanımı konusunda zaman zaman kurslar düzenleniyor. İşte bu kurslardan birinde zaman kullanma uzmanı öğretmen, çoğu hızlı mesleklerde çalışan öğrencilerine, "Haydi, küçük bir deney yapalım" demiş.

Masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış, dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş.

Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş; "Kavanoz doldu mu?"

Sınıftaki herkes, "Evet, doldu" yanıtını vermiş.

"Demek doldu ha" demiş hoca. Hemen eğilip bir kova küçük çakıl taşı çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş. Kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler.

Yeniden sormuş öğrencilerine; "Kavanoz doldu mu?"

İşiin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler; "Hayır, tam da dolmuş sayılmaz" demişler.

"Aferin" demiş zaman kullanım hocası. Masanın altından bu kez de bir kova dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş.

Ve sormuş yeniden; "Kavanoz doldu mu?"

"Hayır dolmadı" diye bağırmış öğrenciler.

Yine "Aferin" demiş hoca. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış.

Sormuş sonra; "Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?"

Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış; "Şu dersi çıkarttık. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz."

"O da doğru ama" demiş zaman kullanma hocası; "Çıkartılması gereken asıl ders şu; Eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız."

Ve ardından herkesin kendi kendisine sorması gereken soruyu sormuş; "Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri,onları ilk iş olarak kavanoza koyuyor musunuz?Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?"

Son söz yine bir kızılderili atasözü olsun mu? "Soruyu yüreğine sor, cevap da yürekten gelecektir".

4 Haziran 2012 Pazartesi

IŞIKLAR SÖNMESİN..

Bir vapur geçsin isterim önümden
İlle de boğazdan
Yırtılmış denizlerden
Yorganlar gelir aklıma
Sanki hiç ıslanmadan

Bir sabahçı kahvesinden
Kavaklar derim Kızkulesi derim
Hisarlardan birine takılır gözlerim
Doymaz martılar gibi
Işıklar hiç sönmesin isterim

Bir demli çay
Bir demli çay daha
Sonra hep
İstanbul şarkıları söylerim...

SADRİ ALIŞIK

2 Haziran 2012 Cumartesi

BANA BİR MASAL ANLAT BABA..

ONU KAYBETTİĞİNİZDE
DAHA ÖNCE ONA NEDEN SARILAMADIĞINIZI HATIRLAYIP
PİŞMANLIKTAN PARAMPARÇA OLACAĞINIZI BİLE BİLE
HALA ONA SARILAMADIĞINIZ TEK İNSAN BABANIZDIR...


1 Haziran 2012 Cuma

YAŞAMAK ZOR ZANAAT..



Yaşamak zor zanaat aslında
Madem gönderildin dünyaya, yaşayacaksın
Adam gibi yaşamak yani…
Eğilmeyi çıkaracaksın sözlüğünden
Belki kırılacaksın zaman zaman
Ama rüzgârgülü olmayacaksın
Kapılıp rüzgârın yönüne
Kıvırmayacaksın bir sağa bir sola
Rüzgâra, fırtınaya, hatta boraya inat
Dimdik duracak, yıkılmayacaksın…

Bir ışık olacaksın mesela
Elbet güneş veya ay değil,
Ama yıldız olabilirsin
Deniz feneri olmak, gerekmez
Bir küçük mum olmak da yeter
Dibine ışık vermeyen
Işıtırken tükenen…

Günün birinde özenirsen bir başka canlıya
Bir yılan veya köstebek olmamalı bu;
Kartal veya şahin ol olabilirsen
Bir güvercin ol ya da, gagasında zeytin dalıyla
Aslan olsan da amenna…

Bir bulut olmayı dene yaz mevsiminde
Gölge et öğle sıcağında bir garip yolcuya
Veya yağmur ol çatlamış, kurak topraklara…

Sadece bir et parçası değildir yürek
Sevdikçe sevilecek, sevildikçe seveceksin…
Seveceksin insanları her dilden, her dinden, her tenden…
Sarı kırmızı siyah beyaz ne fark eder?
Renge göre sınıflanır mı insanlar?
Damardan akarken kırmızıdır bütün kanlar
Ateş olsan cürümün kadar yer yakarsın
Öldüğün zaman bedenin kadar yerde yatarsın...

Bir misyonun ve vizyonun olmalı mutlaka
Emme basma tulumba değilsin ya…
Yürekten inandığın şeyleri yapacaksın;
Satmayacak, sattırmayacak, satılmayacaksın…

Vedanın vakti geldiğinde
Onur duyacağın bir eser bırakacaksın geride
Tüm bunlar için sakın madalya bekleme
Güldürme beni…
Elbette yapacaksın!
Demiştim ya başında;
Yaşamak zor zanaat dostum
Ve sen insansın
Adam gibi yaşayacaksan
Bunları yapacaksın…




NAZIM HİKMET